İstanbul’un keşmekeşinden bunalınca geçen hafta ani bir kararla birkaç günlüğüne de olsa şehirden uzaklaşmaya karar verdim. Nereye gidebilirim diye düşünürken, aklıma harika bir fikir geldi ve geçmişime, okul yıllarıma seyahat etmeye karar verdim.
Hemen okuldan bir arkadaşımı arayıp bana eşlik edip edemeyeceğini sordum. Sanki onun da beklediği buymuş. Evet cevabını alınca ertesi gün ortak bir noktada buluşup koyulduk yola.
Müşterek geçmiş, müşterek arkadaşlar olunca hatıralar da müşterek oluyor. Sohbet, muhabbet derken yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadık bile. Öğleden sonra Düzce’ye giriş yaptık.
Ben birkaç kez geldiğim için Düzce’deki gelişimi biliyordum ancak arkadaşım gözlerine inanamadı. Bizim öğrenci olduğumuz dönem ile şimdiki Düzce arasında benzerlik bulmak neredeyse imkansız gibiydi.
Arkadaşım şaşkınlığını üzerinden atmadan ona bir sürpriz yapıp, öğrencilik yıllarımızda hemen her akşam yemeğe gittiğimiz ÖMER’İN YERİ’ne kırdım direksiyonu.
Bizim zamanımızda PTT’nin yanındaki bu küçük pideci, gelişen Düzce ile birlikte gelişip bahçeli, ferah harika bir mekan haline gelmişti. Arabayı park ettikten sonra Avni ağabeyi aradım. Bahçede bir şeylerle uğraşıyormuş. Biraz sonra yanımıza geldi.
Hatırlayanlar olacaktır. Daha önce de yazmıştım. Öğrencilik yıllarımızda burası çok kalabalık olurdu. Ve bazen öğrenciliğin verdiği fırlamalıkla, kimi zaman da züğürtlükten yer, içer kalabalığa karışır hesap ödemeden sıvışırdık. İki yıl önce gelip Avni ağabeyden helallik almıştım.
Avni ağabey babacan ve bir o kadar da nüktedan biri. Arkadaşımı tanıştırarak, “Ağabey, size bir hırsız daha getirdim. Bu arkadaş da zamanında sizden yiyip içip ödeme yapmadan kaçmış.” deyince arkadaşımın yüzü renkten renge girerken Avni ağabey kahkahayı patlatıverdi.
Çok geçmeden masada sohbet koyulaştı. Geçmişten bahsederken elbette müşterek tanıdıklar çıkıyor. Arkadaşım; okul kantincimiz Temel ağabeyi hatırladı ve onu sordu Avni Ağabeye.
Avni ağabey hemen telefonu çıkardı, bir numara tuşladı ve başladı konuşmaya; “Aloo. Temel burada iki misafir var. Seneler evvel burada okumuşlar. Rahmetli babama hesapları ödemeden kaçmışlar. Muhtemelen senden de çalmışlardır. Benden helallik almaya geldiler. Sen de gel, helallik alsınlar.”
Temel ağabey kaldığımız yurdun kantinini işletiyordu. Avni ağabey yanılıyordu. Ondan çalamazdık. Zira; Temel ağabey delici bakışlarıyla Kadir İnanır gibiydi. Hem çok severdik, hem de korkardık. Dudağından sigara eksik olmazdı ve her Trabzonlu gibi genelde çok sinirliydi. Ayrıca kasanın önünde turnike vardı. Oradan tek tek geçerdik.
Biz muhabbetimize devam ederken otoparka yanaşan bir minibüs dikkatimi çekti. Neredeyse üzerinden 35 yıl geçmişti ama araçtan inen Temel ağabeyi hemen tanıdım. Seneler saçlarının rengini götürmüştü sadece. Yürüyüş aynıydı, yengeç gibi.
Masamıza Temel ağabey de katılınca muhabbet daha da renklendi. Bir isim zikrediyoruz, Avni ağabey; “O benim sınıf arkadaşım” deyip başlıyor anlatmaya. Bu birkaç kez tekrarlanınca; “Ağabey bu nasıl iş bunların hepsi nasıl senin sınıf arkadaşın oluyor” deyince, Avni ağabey bombayı patlatıverdi; “Oğlum ben neredeyse bütün sınıfları 2-3 tekrarla okudum. Liseden mezun olduğumda 24 yaşındaydım.”
Yurt müdür yardımcımız Metin Veli vardı. Onun adı geçince Avni ağabey; “O benim komşum. Evi hemen bitişiğimizde, çağırayım da gelsin” deyip yine çevirdi numarayı. Az sonra Metin müdürümüz de bize katıldı.
Hazır onu da bulmuşken küçük bir itirafta bulunuverdim. Yaz aylarında hafta sonları bazen Akçakoca’ya denize giderdik. Gündüz sıcak olsa da gece hava oldukça serinlerdi. Çözüm olarak yurttan YURT-KUR baskılı battaniyeleri götürmekte bulurduk. Elbette geri getirirdik. Ben bunu anlatırken, arkadaşım “Allah’ım ben kimlerle arkadaşlık etmişim” diye söyleniyordu.
Ama o da masum sayılmazdı. Okulun ikinci senesi üç arkadaş yurttan ayrılıp eve geçmiştik. Ama ev demeye bin şahit lazım. Hiçbir eşyamız da yoktu. Kimi zaman okuldan, kimi zaman yurttan yemekhaneden çatal, kaşık, tuzluk vb malzemeleri bu masum arkadaşımızın çantasına koyup eve transferini yapardık. Günahını almayayım gerçi, onun bundan haberi olmazdı genelde.
Muhabbete doyulmuyordu ama zaman da su gibi akıyordu. Müsaade isteyip şehir merkezine geçtik. Öğrencilik yıllarımızda otobüsle geçtiğimiz yollar araç trafiğine kapatılmış. Büyük Camii’nin tam karşısında bir banka oturup geçmişi hatırlamaya çalışırken dükkanının önünde gezinen yaşlı bir esnaf ağabeyle muhabbete koyulduk.
Zamanında gözde mekanımız olan Sedir Pastanesi’nin bugünlerde Türk Telekom Bayii olduğunu, Ankara Pastanesi’nin de kapandığını ondan öğrendik.
Esnaf; “Biz 40 senedir buradayız” deyince; o günlerden tanıdığım civardaki birkaç esnafı sordum. Ağabey kısa bir malumat verdikten sonra; “La kardeşim ben 40 yıllık esnafım bu kadar adam tanımıyorum. Sen öğrenci miydin, ajan mı?” deyince bastık kahkahayı.
Hava kararmak üzereyken bindik arabamıza. Yapmamız gereken son bir şey kalmıştı; okulumuzu görmek. İçimizde tuhaf bir hüzün ve heyecanla, en tatlı yıllarımızın geçtiği o sokağa girdik ama tanımak ne mümkün. Hemen her şey değişmişti. Bizim bahçesinde çay içtiğimiz Konak Kahve kapanmış, yerine kütüphane yapılmış. Okulumuzun bahçesine de birkaç tane yeni blok eklenmişti. Değişmeyen tek şey bizim öğrenci olduğumuz yıllarda yapılan DMYO yazan heykel ve Atatürk büstüydü.
O günlere, gençliğimize, öğrenciliğimize döndük adeta.
Ve en kısa sürede bunu tekrar yapmaya söz vererek ayrıldık Düzce’den.
Comments