google.com, pub-3163838852151076, DIRECT, f08c47fec0942fa0 OH NE ÂLÂ MEMLEKET
top of page

OH NE ÂLÂ MEMLEKET


Çocukluğumdan hatırlıyorum, köyde hayat sabah ezanıyla birlikte başlardı. Hava aydınlanmaya başladığında tatlı bir telaş sarardı bütün evleri. Köylüler gözü gibi baktıkları hayvanlarını ağıldan çıkarır çobana teslim ederlerdi.


Yüzlerce hayvandan oluşan sürü bazen iki bazen de daha fazla çobanın eşliğinde adeta merasimle köyden ayrılır ve akşam karanlık çökmeye başlayınca da dönerdi. Bu sefer aynı telaş hayvanların ağıla alınması sırasında yaşanırdı. Sonrasında çobanlar sırayla her akşam bir evde misafir edilir, karınları doyurulurdu.


Aradan çok uzun yıllar geçti. Artık köye sadece bayram tatillerinde gidebiliyorum. Artık ne o sürüler, çobanlar ne de o eski telaşlar var. Kerpiç evler de yıkılmaya yüz tutmuş.


Ama benim asıl bahsetmek istediğim yok olan köylerimiz, unutulan geleneklerimiz falan değil.


Muhabbete neden köyümden ve köyümdeki sürüden bahsederek başladım biliyor musunuz? Üzerinize afiyet çok uzun zamandır kendimi o sağmal inekler gibi hissediyorum.


İstanbul’da yaşıyorum. Çalışma hayatına başlayalı neredeyse çeyrek asır olmuş. Hayatım koyu bir rutine hapsolmuş. Evim Anadolu yakasında, işyerim Avrupa yakasında. Köprü trafiğine takılmamak için sabah ezanıyla uyanıyor erkenden başlıyorum güne. Öyle alacakaranlık falan değil, bildiğiniz zifiri karanlıkta çıkıyorum yola. Ofise ulaştığımda gün ancak ağarmaya başlıyor. Yoğun bir tempoyla çoğu zaman yemek yemeye bile fırsat bulamadan deli gibi çalışıyorum. Genelde akşam 19:00 çıkıyorum ofisten ve eğer şansım yaver giderse bir saat içinde yani 20:00 gibi evde olabiliyorum.


Bir köpeğim var; Bulut. Eve girmeden onu besleyip, gezdirmek, yaşam alanının temizliğini yapmak zorundayım. Yani en az bir saatim bu faaliyetle geçiyor. Yani 21:00 gibi eve girebiliyorum. Yemek, duş, biraz kitap, biraz bağlama ve uyku vakti geliyor. Haftanın ilk beş günü arasına karbon kağıdı koymuş gibi adeta birbirinin kopyası şekilde geçiyor. Cumartesi günleri yarım gün çalışıyorum. Sabah 10:00 gibi ofiste oluyorum, 16:00 gibi ofisten çıkıyorum.


İstanbul’da yaşayanlar beni daha iyi anlayacaklardır. Bu çalışma aralığı yarım gün falan değil, bir günün tamamen heba olması anlamına geliyor. Zira o saatte ofiste olabilmek için bir saat önce evden çıkmalısınız. Ha keza cumartesi o saatte işten çıkınca eve varmak en az 1,5 saat ve özellikle kış günlerinde o saatten sonra bir şeyler yapmaya vaktin kalsa da enerjiniz kalmıyor.


Geriye bir Pazar günü kalıyor o da çoğu zaman haftanın yorgunluğunu atmakla geçiyor. Allah’tan yaşadığım yer itibariyle şanslıyım da bazı pazarlar öğleden sonraları doğa yürüyüşüne falan çıkabiliyorum.


Bakın tam çeyrek asırdır bu tempoyla ve bu rutinle çalışıyorum. Harcadığım enerji ve verdiğim emek karşılığında elime geçenle özellikle son dönemde sadece kiramı ve faturalarımı (Doğalgaz, elektrik, su, internet, telefonlar vb.) ödeyebiliyorum.


Yanlış anlamayın sosyal medyada boş buzdolabının fotoğrafını paylaşıp ajitasyon yaparak para isteyen dolandırıcılardan (Gerçekten ihtiyacı olanları tenzih ederim.) değilim. Çok şükür –henüz- kendi yağımda kavrulmaya devam edebilen şanslılar tayfasındanım.


Ama bir yerlerde bir yanlışlık yok mu demek için dertleşmek istedim sizinle.


Hayatta kalmak ile yaşamak aynı şeyler değil. Kendine dahi vakit ayıramayan insanın mutlu olması, geleceğe umutla bakması mümkün olabilir mi?


Elbette çok şey yazılabilir, çok şey söylenebilir. Ancak ülkenin ekonomik durumundan daha korkunç olan bir şey varsa o da kopkoyu bir cehalet ve tahammülsüzlük.


Bazen sokak röportajlarını seyrediyorum ve inanın dehşete kapılıyorum. Dün gördüğüm bir videoda 50-60 yaşlarında bir teyze, hayat pahalılığından şikayet eden ve karnımı doyuramıyorum diyen 18-20 yaşlarındaki bir gence; "Üzerinde kıyafet var. Üstelik gayet besili duruyorsun, aç insan zayıf olur." diyerek çemkiriyordu.


Fakir şikayet edince; "Sus haline şükret!" zengin tespitte bulununca; "Sen sus senin tuzun zaten kuru!"


Yeniçeriler gibiler; "Söyletmen vurun!"


Oh ne âlâ memleket.


İnsanlar öylesine kamplaşmış, öylesine ayrılmış ki ve savunduklarını, inandıklarını öylesine yüceltmişler ki; bu yanlışa yanlış demelerini engelliyor. Hatta yanlış doğru, iyi kötü, çirkin güzel kavramlarını bile tasnif etmişler.


Yanlışa yanlış demekten çekiniyorsunuz madem, bunu söyleyen insanların boynuna da türlü yaftalar asmayın.


Yapmayın, etmeyin. Yanlış insanların söyledikleri doğrular, doğru insanların söyledikleri yanlışlardan daha az değildir.


Söyleyene değil, söylenene odaklanın biraz.


Parmakla bir yer işaret edildiğinde parmağa ya da sahibine mi bakıyorsunuz?


390 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page