Uzun zamandır yorgun ve tükenmiş hissediyordum. Atalarımızın tebdili mekânda ferahlık vardır sözü geldi hatırıma. Bu ruh halinden biraz olsun sıyrılabilmek ve kendimle kalabilmek için Perşembe akşamı ani bir kararla çıktım yola.
Araç kullanmak beni inanılmaz dinlendiriyor. Gece yolculuğunu da çok seviyorum. Fonda uzun yol türküleri, karşıdan gelen araçların oluşturduğu ışık denizi içerisinde kaybolurken hayatımın son on yılı film şeridi gibi akıyordu zihnimden.
Biraz yorgun ve biraz moralsizdim. O yüzden kardeşime uğramak iyi bir fikir gibi geldi ve Hendek’e çevirdim direksiyonu. Gece saat iki gibi Hendek’teydim. Sohbet, muhabbet derken uyumaya karar verdiğimizde saat üçü çoktan geçmişti.
Sabah uyandığımda yalnızdım. Kardeşim dersi olduğunu söylemişti sanırım. Kalkıp hızlıca bir şeyler atıştırdım ve sonra içimdeki sese kulak verip, memlekete gitmeye karar verdim. Aslında gece kardeşimle hafta sonunu Sakarya’da geçirmek konusunda anlaşmıştık. Ama bu fikir nedense daha cazip geldi. Hemen kardeşimi arayıp bir iki ikna cümlesini savuşturduktan sonra yeniden çıktım yola.
Hendek’ten çıktığımda hava kapalı ama berraktı. Düzce’ye yaklaştıkça yoğun bir sis belirdi. Öyle ki görüş alanı neredeyse kaybolmuştu. Öndeki aracın stop lambalarına odaklanıp yavaş yavaş ilerlerken kendi kendime “Yola böyle devam etmektense, Düzce’ye gir, Cuma’yı da orada kılarsın.” deyip gördüğüm ilk tabeladan içeri girdim.
1989 yılında Yükseköğrenim için geldiğim Düzce’de üç yılım geçmişti. O yüzden olsa gerek şehre ne zaman gelsem, yaklaştıkça yüreğimin gümbürtüsü çoğalır, tatlı bir heyecan sarar benliğimi. Büyük depremden sonra gelmiş ve sokaklarını ağlayarak adımlamıştım. O günlerin hüznüyle dalmışken, dalga dalga yayılan selâ sesiyle kendime geldim. Fazla vaktim yoktu.
Zihnimdeki tazeliğini hala koruyan Cedidiye Camii’ne kırdım direksiyonu. Çevresinde yükselen yeni binalar Camii’nin haşmetinden bir şey götürmemişti. Arabayı en yakın otoparka bırakıp hızlıca bahçeye geldim. Henüz birkaç dakika vaktim varken etrafı dolaşmak, birkaç kare fotoğraf çekmek istedim.
Biraz açılıp tatlı bir telaşla koşuşturan insanları seyrettim. Okul yıllarında da sık sık gelirdik bu camiye. Sırt çantalı gençleri görünce o günler gözümün önünde canlandı yeniden, gülümsedim. Bu camii her zaman kalabalık olurdu. Bugün de cemaat dışarı taşmıştı. Bahçede yer bulabilen şanslılardandım. Tebessümle fotoğraf çekmek için makineyi kaldırdığımda giriş kubbelerinin üzerine bir taç gibi dizilmiş diken uçlu teller yüzümdeki tebessümü silip götürdü. Canım acayip sıkıldı.
Allah’ın evine, Allah’ın yarattığı ve rızkına kefil olduğu kuşlar konmasın diye diken uçlu telleri bir taç gibi dizmişiz ve birazdan girip o camide yaradandan rahmet ve iyilik dileyeceğiz.
Oysa camilere kuş evleri yapan, kuşların göç yollarına yem serpen bir ecdadın varisleri değil miyiz?
Eyvah ki eyvah!
Namaz sonrası ağır adımlarla uzaklaşırken camiden hala zihnimi kurcalıyordu o diken uçlu teller. Sanki her biri her adımda yüreğime batıyordu.
Hemen ayrılmak istemedim Düzce’den. Gençliğimi serdiğim sokaklarında biraz dolaşmak istedim. Ağır adımlarla Cedidiye Camii’ni arkamda bırakıp, bir başka camiye doğru yürümeye başladım.
Ahalinin Camii Kebir de dediği büyük caminin aslında hazin bir hikayesi var. Bu camiinin yapım tarihi tam olarak bilinmiyor ancak ahşap ve kerpiçten inşa edilen bu camii oldukça bakımsız ve adeta harabe olarak 1910 yılına ulaşabilmiş. O sene bir kampanya başlatılmış ve yeniden inşaata başlanmış ancak inşaat ikinci kata ulaştığında birinci dünya savaşı patlak verince yedi sene boyunca camide hiçbir ilerleme olmamış.
Ta ki şehre Hurşit Rıza Bey şehre kaymakam olarak gelene kadar. Hurşit Rıza bey ön ayak olup bizzat kendisi de çalışarak Düzce ahalisi ile birlikte el birliğiyle inşaatı tamamlamış.
Cami ibadete açıldıktan sonra ilçeye yeni atanan Kaymakam Mithat Cemal Bey’de caminin iç süslemelerini ve diğer ihtiyaçlarını gidererek son şeklini vermiş.
Öğrencilik yıllarında en çok gittiğimiz camilerden biriydi Büyük Camii.
Ne yazık ki 1999 depreminde hasar gördüğü için yıkılıp yeniden yapıldı. Depremden sonra ziyaret ettiğimde buradan geçerken çok üzülmüştüm, göğsüm daralmıştı.
Çok şükür eski haşmetinden biraz uzak olsa da şimdi yeniden ayakta ve müminleri bağrına basıyor.
O düşünceler içerisinde hüzünle Avni Akyol Parkı’na kadar yürüdüm. Öğrencilik yıllarımızda buraya da sık sık gelirdik. O zamanlar çok daha yeşildi.
Birkaç hafta önce yaşanan deprem sonrası AFAD’ın kurduğu çadırlar gözüme çarptı. Allah ülkemize bir daha böyle afetler yaşatmasın diyerek usulca ayrıldım oradan soluğu otoparkta aldım.
Biraz sonra sisler içerisinde kaybolan Düzce’ye aynamdan son bir kez bakarken; radyodan sızan türkü efkâr efkâr çörekleniverdi yüreğime;
Şu dağlar kömürdendir Geçen gün ömürdendir Feleğin bir kuşu var Cırnağı demirdendir…
Bir kez daha anladım ki geçen zaman değil, ömür. Keşkelerden, belkilerden sıyrılıp hayatı dolu dolu yaşamalı insan.
Zira vaktimiz çok az.
Comments