11 yaşındaydım. Evimize her gün iki gazete girerdi; TERCÜMAN ve HERGÜN. Her akşam topluca yenilen akşam yemeğinden sonra dünyanın en ciddi işini yapıyormuşçasına babam HERGÜN gazetesini annem ise TERCÜMAN’ı alır saatlerce satır satır okurlardı.
Sonra gazeteleri değişir ve aynı ciddiyetle –muhtemelen aynı haberleri- tekrar okurlardı. Bu kadarla da bitmez, babam beğendiği köşe yazarlarını yazılarını keser, üzerine tarih atar ve saklardı. Hala durur bu arşiv. Bu durum kutlu bir ritüel gibi hemen her akşam tekrarlanırdı. Bu rutine bozan tek şey ise gelen misafirlerdi.
Zira böylesi gecelerde gazete okuma işi geceye bırakılır, onun yerini hararetli sohbetler alırdı. Hükümetler kurulur, hükümetler yıkılır, vatan kurtarılırdı. Misafir geldiğinde genelde selam kelâm faslından sonra kadınlar ve çocuklar ayrı bir odaya geçerdi. Ancak ben genelde babamın yanında kalmayı tercih ederdim. Çünkü çay faslından sonra babam Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU’nun ANAHTAR-KİLİT-KONAK diye başlayan o 15-20 kitaplık o tarih serisinin üzerine koyduğu eski bir kitabı alır, rastgele açar ve o davudi sesiyle misafirlere şiirler okurdu.
KARAKOÇ’u ilk o zaman tanıdım ben. Kitap meşhur VUR EMRİ idi. En çok “Tohtur Beg” ve “Hakim Beg” şiirlerini severdim. Baba o tok sesiyle okurken ben de içimden tekrar ederdim.
Gene tehir etme üç ay öteye Bu dava dedemden kaldı hakim beg Otuz yıl da babam düştü ardına Siz sağ olun o da öldü hakim beg
Çocukluğuma dair hatırladıklarım elbette bunlardan ibaret değil. Hele bir gün var ki; istesem de unutamam sanırım.
Nereye gittiğimizi hatırlamıyorum ama o sabah erkenden çıkmıştık yola. Babamın üzüntüsü yüzünden okunuyor, ağzını bıçak açmıyordu. Her zaman olduğu gibi yola çıkarken sertçe; “Hayırlı yolculuk!” deyip susmuş ve neredeyse bir saattir tek kelime etmemişti. Her zaman yolculuklarımızda bize cızırtılı sesiyle eşlik eden radyo ise hiç açılmamıştı.
Bense bir yandan yoldan gözümü ayırmamaya çalışıyor, bir yandan da çocuk aklımla bu sükunete anlam vermeye çalışıyor; “Acaba annem hangi yaramazlığımı şikayet etti de babam böyle üzgün.” diye kendi kendimi yiyordum.
Ancak Çankırı’ya gelince anlayabildim babamın üzüntüsünün benim yaramazlığımdan kaynaklanmadığını. Onun kederi bambaşkaydı.
Şehrin girişinden itibaren sağlı sollu hemen her duvara ve rastladığımız trafo binalarına, silik sloganların üzerine yeni yazılar yazılmıştı; GÜN SAZAKLAR ÖLMEZ! ŞEHİTLER ÖLMEZ!
Gün SAZAK şehit edilmişti. Evet 11 yaşında bir çocuktum ama biliyordum Gün SAZAK’ın kim olduğunu.
HERGÜN gazetesinde resimlerini görür, haberlerini okurdum. Hafızamdaki izler burada siliniyor. Zira tüm gayretime rağmen yolcuğun sonunu, menzilini hatırlayamıyorum.
Sonraki yıllarda ise her 27 Mayıs’ta Bizim Ocak olarak organizasyon yapar, günlerce öncesinden başlayan tatlı bir heyecanla ne yapar eder bir otobüs kaldırır, Sazak Köyü’ne, Gün SAZAK Bey’i kabri başında anmaya, ruhunu dualar hediye etmeye giderdik. O yolculuklarda pek çok hatıra barındırır. Ancak biri var ki hafızamdan asla silinmez.
Tarihini tam hatırlamıyorum ancak 1991 ya da 92 yılı olmalı. Zira; cezaevlerinden şartlı tahliyeler başlamış, gıyaben tanıdığımız, hatta mektuplaştığımız pek çok ağabeyimiz ile yüz yüze de hasbihal etme imkanı bulmuştuk.
O yıllarda 1980 ihtilalinin silindir gibi ezdiği Ülkücü Hareket yeni yeni toparlanıyordu. Ocaklar önce Gençlik Kültür ve Sanat Ocakları ve sonrasında da BİZİM OCAK adını alarak harekete ivme kazandırmaya gayret ediyordu. Üniversiteyi henüz bitirmiştim. Haftalık Yeni Düşünce gazetesi, Bizim Ocak ve Bizim Dergah dergisi gibi yayınlarla okuma açlığımızı gidermeye çalışırken, cezaevlerinden çıkan her türlü kitabı da temin edip okumaya çalışırdım. Tüm bunların yanı sıra taş medreselerde çile çeken Yusuf yüzlü ağabeylerimizle de mektuplaşırdım.
Bursa Yusufiye’sinden Hüseyin Yurdakul ağabey imzaladığı Bizim Dergah dergisini göndermiş, yine Bursa’dan İlhami Erdoğan ağabey (Ozan İlo) hafızam beni yanıltmıyorsa MEŞHED ismini taşıyan şiir kitabını yine imzasıyla süsleyerek göndermişti.
İşte o yıl yine Gün SAZAK Bey’i anmak üzere düştük yola. Hayli maceralı ve yorucu bir yolculuktan sonra mola verdik. Mola yeri panayır yeri gibiydi. Zira ülkenin pek çok yerinden aynı amaçla yola çıkan onlarca otobüs par yerine doldurmuştu. Onca kalabalık içerisinde rüzgarda savrulan sakalı ile biri dikkatimi çekti. Hiç tereddütsüz yanına giderek selam verip “İlhami ağabey nasılsın?” diyerek hal hatır sordum. İşin tuhafı ben onu sadece şiirlerinden tanıyordum ve resmini dahi görmemiştim daha önce.
İlhami ağabey bu satırları okuduğunda hatırlar mı bilmem ama belki o imzalı MEŞHED kitabını hatırlıyordur. O kitap üniversite yıllarında başıma çok büyük bir iş açtı. Onu da başka bir yazıya bırakalım.
Nereden nereye. Demem o ki; eskiden Gün Sazak Bey’in şehadetini de kapsayacak şekilde Mayıs ayının son haftası ÜLKÜCÜ ŞEHİTLER HAFTASI olarak yâd edilirdi. Bunu da –Rabbim kabrini nur eylesin- Metin TOKDEMİR başkanım başlatmıştı.
Bu vesile ile Gün SAZAK ve Metin TOKDEMİR öznesinde, Süleyman ÖZMEN’den Fırat ÇAKIROĞLU’na bu dava için can veren bütün şehitlerimizi rahmet, minnet ve dualarla yâd ediyorum.
Gün SAZAK Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Gümrük ve Tekel Bakanı’ydı. 27 Mayıs 1980 Salı akşamı evinin önünde Dev-Sol – Örgüt kanlı eylemlerine halen DHKP-C adıyla devam etmektedir.- Dursun KARATAŞ’ın emriyle ve bu örgütün militanlarınca düzenlenen hain bir saldırı neticesinde şehit edildi. Saldırıdan 10 ay sonra üç örgüt militanı olayın faili olarak yakalandı ancak asıl failler çoktan yurt dışına kaçmıştı.
Katillerden Cemal Kemal ALTUN intihar etti. M.E.E ise Almanya’da kafeterya işletiyor. C.G’nin ise Belçika’da yaşadığı biliniyor.
Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bakanını vuran eli kanlı katiller hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar. Tıpkı Sabancı’nın katili Fehriye gibi.
Bu da devletimizin ayıbıdır.
Vefa, selam ve dua ile.
Comments